Nezihe Altuğ’un Cengis T. Asiltürk’le Söyleşisi
Mitos, bireyi yaşamın çeşitli aşamalarına göre
biçimlendirirken, toplumsal grupların amaç ve ideallerine göre yönlendirir. Onları yaşam boyu, doğumdan ölüme dek taşır. Mitosun pedagojik işlevi sayesinde kişi çocukluktaki bağımlılıktan olgunluğun sorumluluğuna, yaşlılık bilgeliğinden ölüme kadar yaşamın çeşitli zorlu aşamalarını ve kriz anlarını aşabilir.
Mitos, yaşam akışını tümden yakalaması için insana yardım eder. Bireylerin psikelerinde gizlenen gerçekleri keşfetmelerini sağlayarak, “Kendini tanı!” sloganı onları bilinçlenmeye yöneltir. Üstlendiği işlevlerle bağıntılı olarak tüm mitoslar ağırlıklı biçimde iki temel alanda açığa çıkarlar: Sanat olarak mitos fantezi ve düş gücünü yansıtır. Hem eğitmi hem eğlendirme çabasını birlikte sürdürür; din olarak da mitos olgusal ya da vahyedilen gerçek niteliğine bürünerek, tinsel yetkeyi ve zamana (tarihe) egemen gücü doğrulamak ister.
Sinema, mitos görevini romanla paylaşmaya başladı. Sinema artık modern bir mitos görevi üstlenmekte! Modern mitoloji olmakla kalmayıp kendi kökeninin de mitolojide buluyor. Günümüz renkli sinemaskop hayatını; roman yazarı, sinema kuramcısı, yönetmen ve akademisyen, Cengis T. Asiltürk’e sordum.
Nezihe Altuğ: Kendiniz için niye yönetmen ya da roman yazarı değil de hikâye anlatıcısı demeyi yeğliyorsunuz?
Cengis Asiltürk: İnsanlığın hikaye ortak yaşantı deneyimlerini vurgulayan bir makale var: “Hikâye Anlatıcısı”. Walter Benjamin tarafından yazıldı. Benim için önemli olagelmiştir. Henüz bir sinema okulu öğrencisiyken Hikâye Anlatıcısı adıyla bir Benjamin filmi de çekmiştim. Onun, “Yolculuktan dönenin anlatacak hikâyesi vardır” sözü çıkış noktasıydı. Muleta başlıklı romanımın kahramanı Günay Diker (Kırmızılı Orfel) insan hikâyesi derler. Nasıl ki dönüş yolculuğu olmayan hikâyeler yarımdır, hayatına büyük yolculuklar sokmamış insanların da hayatları böyle yarımmış gibi gelir bana. Muleta, aslında kendisini dokuz beş periyodunda çalışmaya adamış mazbut bir aile çocuğu olan bir gençle, savruk ve sergüzeşt yaşayan bir genç kızın hikâyesi...
Nezihe Altuğ: Suret ses getiren bir eser oldu. Uluslararası Orontes Sanat Festivali, bu romanını Yılın En İyi Romanı Ödülü’ne layık buldu.
Cengis Asiltürk: Suret hakkındaki düşüncelerimi, “Bir daha öylesine içime sinen bir roman yazamam” endişesi duyduğumu söyleyerek özetleyeyim. Şu sıralar öyle hissediyorum.
Nezihe Altuğ: Ülkenin birkaç kalburüstü romancısından birisiniz... Suret’in başarısı sizi nasıl etkiliyor?
Cengis Asiltürk: Başarının ne olduğunu doğrusu hiç bilmiyorum. Sesli düşünüyorum: Az evvel aşağı atladığım trenin peşinden, raylar arasından güneşin battığı tarafa yürüyen kayıp bir yolcu imgesinden başka neyim evrende? Suret romanı yazarı, şu sıradan adam; şatafata, şana-şöhrete, yıldız tozlarına ihtiyacım yok benim. Film ve roman kahramanlarının kafalarının içini gören, onların ruhlarıyla meşgul kayıp yolcu... Yazının icadından önce yaşanmış, sonra unutulmuş o zamanlardan gelip, sonsuzluğun bilinmezine yürüyen bir hikâye anlatıcısı belki! Çantamdaki yük uzak atalarımın mirası, henüz doğmamış çocukların emaneti. Ben Suret adlı romanda bir hikâye yazdım. Doğu dünyasının kadim hikâye etme geleneği ile Batı’nın görüntülere dayalı kültürü... İki dünyayı bilincinde yan yana, üst üste ve iç içe koyan Suretçiler Şahı Zekeriya Efendi ile Rüstem Efendi’nin büyülü serüveni... Bir şey anlatmaktı maksadım. Kime? Dilin birkaç yüzyıllık ömrü dâhilinde insanlığa ve dünyaya benim gözlerimle bakanlara. Niye, şunun için: Dil insan gibi toplum gibi canlı; onun sarmaladığı hikâyeler de öyle; her canlı gibi zamanla değişmeye mahkûm! Söylenmiş söz, anlatılmış hikâye anlatana göre, dinleyene göre, dile göre, dilin yaşadığı döneme göre değişir. Ben, bir şey demek istedim; siz, anlamak istediniz. Ben, dedim diyeceğimi. Siz okudunuz. Ne anladığınızdan ben sorumlu değilim. Onu dile sor, bana sor, kendine sor...
Nezihe Altuğ: Oğuz Atay Günlükler’de, ünlü psikiyatristlerden Eric Berne’ün klinik çalışmalara dayanarak yazdığı İnsanların Oynadığı Oyunlar’la ilişkilerin psikolojisi ve davranış kalıpları hakkında çığır açmış bu kitabından söz etmiştir. Bern bireylerin içinde bulundukları ego durumlarının birbiriyle etkileşimini incelemiştir. Bu kişiler arası etkileşimlere transaksiyon; günlük yaşamda sürekli olarak ortaya çıkan ve yinelenen belirli transaksiyonlara da “oyun” adını vermiştir. Denediğimiz, oynadığımız ya da oynamaya zorlandığımız bu rolleri keşfettiğinizde insanlarla ilişkilerinizdeki bilinçdışı manevraları ve gizli taktikleri çözebilir, birlikte bir dakika ya da bir ömür geçirdiğiniz kişilerin gerçek benliklerini tanıyarak eylemlerinizi ve tepkilerinizi duruma göre ayarlamayı öğrenebilirsiniz mesajını vermişti. Siz de Oğuz Atay gibi oyunlarla mı yaşıyorsunuz? Roman kahramanlarınızı nasıl oluşturuyorsunuz? Drama üçgenindeki hangi rollerdeler?
Cengis Asiltürk: Oyunlarla yaşıyor muyum? Böyle soru mu olur? Yoo! Hayır! Haksızlık etmemeliyim! Bu güzel bir soru. Ancak şunu üzülerek söylemeliyim: Hanımefendi, sert kabuğu açmayacağım. Salt bana ait olan bende kalır. Şu kadarını söylemeliyim: Muleta’daki yeni tanıdığı herkese kendini farklı isimle tanıtan Günay Diker geldi aklıma... Muleta ve Ölüyaprak Vuruşu adlı kahramanlarım içlerinden konuşurlar. Dışlarından bir şey söylerken içlerinden başka bir şey söyler onlar. Açıkça söylemek istemediklerini... Karşıdaki bunları duymaz ve bilmez. Bu sessiz konuşma bazen karşılıklıdır. Çoğu kişi o muzip oyunu karşılıklı oynar. Bilmezler birbirlerinin içlerinden ne anlattıklarını. Bunu bir ben bilirim, bir de okuyucular. Ben, işte dile dökülmeyen, akıldan geçirilen o kısımları ayraç içinde aktardım romanlarda.
Pardon, pardon, affedersiniz...
Sanırım, kendi oyunlarımın bir kısmını gizlemeyeceğim sizden. Ben kendimi bildim bileli, mutlu bir insanım. Sahiden mutlu muyum? Galiba, evet... Mutsuz olduğum halde bunu gizliyor muyum? Sanmam... İşte bunu tam olarak bilemiyorum...
Ölüyaprak Vuruşu’nda; Özgür Güneyli, ilk gençliğinde babasının iflası, varsıl ve kentsoylu ailesinin 1980’lerde olmadık hallere düşmesi sonucu hep gülümseyen, mutlu, eğlenceli bir kişiliğe dönüşür. Bunu, ailenin derin yarasını gizlemek için yapar. Oynar tabi. Bize ve kendine karşı oynar bu oyunu oğlan. Boyuna oynar...
Ben mi? Öyle biri olmayı daha baştan reddettim. Niçin öyle olayım? “İçerde ne konuşsam? Şunu sorarsa, şunu mu söylesem?” Yo, bunun üstünde durmam! Böylesi saçma sapan monologlara girmem. İçeri girerim diyalog nasıl gelişiyorsa ona göre doğal bir konuşma yaparım. Duruma göre oyuncuya dönüşerek, roller deneyerek şu hayat yaşanır mı?
Belki işi kolaylaştırır bu oyunlar, ama bayan! Sayın Nezihe Hanım, benim bir tane hayatım var. Bir tek... Bir kez seyahat edebileceğim şu güzelim yeryüzünde... Bir romancı, bir yönetmen, bir insan, bir akademisyen, özellikle bir baba olarak, bir kez... Ne dedirtiyordu oyuncuya Gizli Yüz filminde Ömer Kavur: “Bir baba oğluna yalan söylerse, o artık baba değildir.”
Bunu Akdeniz (oğlum) bile bana şaka yollu birkaç kez söylemiştir takılmak için, kendisine yalan söylemeyeceğimi bildiği için... Kimileri yalancıymış! Kimileri kötüymüş! Kimileri kandırır! Onların hinliklerine göre tedbir alacaksak, durumu kurtarmak için yalan söyleyeceksek, başkasına göre duruş alacaksak, kendimiz ne olacağız? İki hayatımız olsa, belki birinde öyle olalım der insan, ama hayatımız bir tane, bir filmlik, bir romanlık... Onu, nasıl sahte yaşarım ki? Şu büyük, şu esaslı oyundan söz ediyorsanız, bayan! Sayın, Nezihe Hanım; şu şimdi söylediklerimi geri alırım, hatta söylediklerimin tam aksini söylemeye başlarım: Hayat büyük bir oyundur, Nezihe Hanım... Bizler, oyunlarda yaşayanlarız. Ancak hayat benim istediğim gibi olsa ne roman yazarım, ne hikâyelerimi filme çekerim! Sinema ve roman benim için niye gerçek hayattan daha matah sanıyorsunuz?
Nezihe Altuğ: Artık sinema salonları insanların mitolojik öyküleri, masalları, çeşitli klasik anlatıları öğrendikleri modem çağ tapınakları haline geldi. Kültürel mirasları, mitoslar biçiminde aktarmaksa Şaman Tanrı ya da kabile ihtiyarlarının görevi değil. Bugünün film yönetmenleri, yeni mitos yaratıcıları yani hikâye anlatıcıları oldular. Bu anlamda edebiyat ve sinema gerçek bir felsefi işlev üstlenmiştir.
Film seyrettiğimizi sanırız. Bu, görünüşte doğrudur. Dikkatli gözlemle bakarsak o filmlerin bizi değiştirdiğini fark ederiz. İmgeler sadece gözlerimizin önünden geçip gitmez. Bizleri derinden etkileyerek dönüşüm süreci başlatırlar. Sinemanın asıl büyüsü; duyguların ve imgelerin etkisinde olmasına karşın kişinin yine de kendisine neler olduğunu çözümleyebilmesindedir. Siz, bir hikâye anlatıcısınız. Sırlanmış Zamanın Gölgesinde, Muleta, Ölüyaprak Vuruşu ve Suret romanlarınız ya da Albatrosun Yolculuğu, Büyülü Gerçekler, Esrime ve Kayıp Yolcu, daha başka filmleriniz bizi hangi yönde değiştirecek?
Cengis Asiltürk: Hikâye anlatmaya çok küçük yaşlarda, babamdan öğrendiğim yöntemle, bir duvara ellerimin gölgesini yansıtarak başladım. Sonra anneannemden ve babamdan dinlediğim ya da kitaplardan okuduğum hikâyeleri, o sıralarda izlediğim filmleri, arkadaşlarıma anlatır oldum. Onlar cankulağıyla dinlerdi. Bendeki anlatma özgüvenini, o günler yaratmış olabilir. Dört yaşında okur-yazar oldum. Yazarak anlatmaya başladım erken yaşlarda. Sonra işte, hep bir şeyler okuyup-yazdım. İlk kitabım lise ikinci sınıftayken yayınlandı. İkincisi üniversitede...
Şimdi büyük insanlığın atasının ilk beden diliyle, sonra söz, yazı icat edilince yazı yoluyla, hareketli fotoğraflar olanağına kavuşunca da görüntüyle hikâye anlatma geleneğini, doğal yoldan öykündüğüm bir hayat çizgim oldu demeye çabalıyorum. Bu, kader gibi! Galiba, kaderimde vardı benim hikâye anlatmak. Uzatıyorum, çünkü soruyu sevdim.
Film izleme eylemi konusunda da sizin düşüncelerinize yakın düşünceler içinde oldum hep. Kişi sinemaya gidince, şu karanlık salondaki ritüel katılınca bir şeyler öğrenmeli. Hikâye anlatıcısı, filmiyle salondaki izleyicilerin zihnine bir şey yapmalı. Onları dönüştürmeli, başkalaştırmalı...
Sulandırılmış komedi filmleriyle yitirdiği hazinesini, o hüznü anımsatmak istiyorum insana. Filmlerimle ve romanlarımla... Hüzün üzüntü demek değil. Hastalıklı bir ruh hali değil. Kurduğum hüzün dünyasında biraz haz, biraz romantizm, çokça düşünce, en çok sorgulama var. “Hayır, öyle değil ille de! Böyle de olabilir” dedim. Biraz kafa tutmak! Ne ki, kimsenin bahçesini talan etmek derdinde falan değilim. İnsanlık için gerekiyorsa, o da yapılır ya...
Sinemanın çağdaş mit olduğu düşüncenizi paylaşıyorum. Film izleme bir tür ritüel! Hikâye anlatıcılığı sanatının tarih boyunca sürdüğü izin, bizi (şimdilik) getirdiği son nokta, yani o zincirin şu anki son halkası sinematografi!
Dominique Lapierre ile Larry Collins (Yasımı Tutacaksın adlı romanında) insanların arenalara ölüm-kalım savaşını görmeye gitmesini şuna bağlar: Telörgülerin gerisindeki güvenli alanda duran seyirci, savaşanlardan birinden birinin her an bir beceriksizliğe kurban gitmesini beklerken aslında kendisinin yaşıyor olduğundan, dolayısıyla ölümsüzlüğünden emin olmak istemektedir.
Ülkemde yetişmiş önemli bilim adamlarından Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya adlı eserinde, insanın ölümsüzlüğe erişme arzusuna film izleme ritüeli üzerinden bir açıklık getirir. Der ki Oskay: “İzleyici film izleme ânında kendini ölümsüz tanrılara dönüşmüş bulur; zira oyuncuların perdeye yansıyan, kısıtlı bir süreye sığdırılan şu yaşantısının bitmesini gözlerken, film hikâyesinde her şey olup bittikten sonra da kendisi hayatta kalarak bir çeşit ölümsüzlük başarır. Böylece film oyuncuları ölümsüz kılmaz; aksine izleyicinin kendini ölümsüz hissetmesini sağlamış olur.”
Nezihe Altuğ: Bizler, modem kahramanlar olarak, mağaralara girip, labirentlerdeki mitsel canavarlarla dövüşemiyoruz, ancak filmlerle ve romanlarla, bir özel dünyaya giriyor, derinlerdeki karanlık mağaraya ulaşıyor ve sizin düşlerinizi izliyoruz. Cengis T. Asiltürk’ün başka düşleri neler? Sırada ne var?
Cengis Asiltürk: Günümüzde, mitlerdeki mağaraların uzay boşluğuna, metropolün tuhaf kalabalıklarına, devasa binaların çevrelediği sokaklara, kameraların ne var ne yoksa kazıyıp bize getirdiği deniz diplerine dönüştüğünü görebiliyorum. Ne ki, kutsal hazinenin tutulduğu o ünlü mağara kılık değiştirmiş görünüyor. Biz oralardayız. Dönüş yolculuğu yine çetrefilli, ikircikli, ama muhteşem maceralar vadediyor. Suret romanımdaki, tevazudan dolayı Suret Atölyesi denilen suret üniversitesi (altmış yaşına kadar talebe, ancak ondan sonra hoca olunan bir üniversite), esasen tüm anlatılarda bulunan mağara... Ordadır büyülü anlatılar, tablolar, aşklar, gizemli suretler, tehlikeler.
Mehmet Akif filmini çekmek istiyorum. Ölüyaprak Vuruşu filmini çekmek istiyorum. Simurg filmini çekmek istiyorum. İstanbul’un Kayıp Rüyası filmini çekmek istiyorum.
Nezihe Altuğ: Bir romanınızda, Muleta galiba, “Bazı hataların tamiri yok! Mona Lisa tablosunu yakıp yerine yenisini yapamazsınız. Savaşta oğlunu kaybetmiş bir babaya, taburdan herhangi birini gönderemezsiniz. Derisini yüzdüğünüz bir tavşanı aynı deriye sokarak yeniden koşturamazsınız” diyorsunuz.
Cengis Asiltürk: “Yaşayarak öğrenmek” palyatif bir iddia. Zira kendi yaşam sürecimiz pek az şey deneyimlemeye izin verir. Bu nedenle insanlaşabilmenin yolu, kurmaca yapılardadır, o serüvenlerde gizli! Kurmacaları deneyimleme sürecinde; erkek değilken bir erkek, kadın değilken bir kadın, çocuk değilken bir çocuk, yaşlı değilken bir yaşlı, baba değilken bir baba, anne değilken bir anne olursunuz. Hayatında hiç işçilik yapmamış, hiç şoförlük yapmamış, hiç duvar örmemiş, hiç boks yapmamış kişi, bütün bu kahramanların yaşantılarını deneyimler.
Her şeyi yaşayarak öğrenme yanılsaması ve hatta ukalalığı içindeki kişi çarçur olur. Benim romanlarım, son kertede bize der ki: “Hayat, anı biriktirme oyunu değil.” Zaman döngüseldir.
Genel geçer boşboğazlıkla söylenmiş kimi derinliksiz sözler, sanılandan tehlikeli. “Hayatta hiçbir şey imkânsız değil! İsteyen başarır!” Böyle densiz sözlerle dolu kimi kitaplar. Saçma! Kimi kandırıyorsunuz bu boş sözlerle? Kandırılmaya müsait kişileri kolayca kandırırlar işte.
Bazı hataların tamiri yok! Herkes her şeyi yapamaz! Herkesin ressamlığa soyunduğu yerde, tablo çöplüğü oluşur. İnsanlık, her alanda olduğu gibi, roman ve sinema sanatlarında da kendisini yeniden gözden geçirmeli! Tavşanın derisini yüzmeden iyi düşünecek! Çoğu zaman ikinci bir yol olamayacağını öngöremeden aptallıklar yapmış, pişmanlıklar içinde kıvranan kahramanlarım gibi insanlarla dolu yeryüzü! Zaman geri alınamaz. Ki, zaman mührünü mutlaka vurur, izini bırakır.
Nezihe Altuğ: Bazı meslekler tutku ister. Yeterince karşılığı olmasa da insan istediği şeyi yapmaktan mutlu olur. Türkiye gibi kültüre çok önem vermeyen, eleştiriyi ve eleştirmeni sevmeyen bir toplumda siz yaptıklarınızın hakkını aldınız mı? Bir küskünlük yaşadığınız oldu mu? Tecrübeler ve bakış açınızı, kişi odaklı yaklaşımınızın özelliklerini, eğitim sürecinizi bize anlatır mısınız?
Cengis Asiltürk: Türkiye’de kültüre önem verildiğini düşünüyorum... Geçelim... Roman yazarlığını, yönetmenliği, şairliği tarif ederken saçma sapan benzetmeler yapılır. “Doğum sancısı” derler, üretim sürecine “nefes almak gibi” derler. “Zahmet ve emekten” söz ederler. Ne doğum sancısı, ne nefes alması, ne emeği? Bu sözler bana çiğ gelmiştir daima. İnsana ilkokulda öğretilir: “Benzeyen değil, benzemesini arzuladığımız hedef şey yüce tutulmalı.” Çin askeri gibi kalabalık... Kızıl Ordu gibi disiplinli... Ne doğumu, ne sancısı, ne nefes alması; Tanrı aşkına, anlamıyorum! Roman yazmayı, film çekmeyi ne sanıyor bunlar? Emek harcadığı için sızlananların durumu ayrı hal! Emek harcayalım diye kimse rica etmiyor. Bugüne kadar halk kime film çekmesi ya da roman yazması için yalvarmış?
Ben mi? Ben, anlatıcı olarak, Tanrı’nın misyoneri gibi hikâye anlatıyorum. Varlık nedenim bu! Emekten söz edeceksek değer üretenlerin emeği kutsal. Film setindeki işçinin, kostümcünün, ışıkçının emeği kutsal! Maden kazan adamın emeği kutsal... Roman yazmak, film yönetmek, resim ya da müzik yapmaksa eğlenceli, keyifli, haz veren, lüks çalışmalar. Maden mi kazıyor bu sanatçılar?
Eleştiri... Doğrusu haddini bilmeyen kişinin eleştirisi hoşuma gitmiyor! Böyle bir durumda kızmamalıyız tabii ve geçiştirmeliyiz, gülümsemeliyiz... Eleştirecek kişi belli bir kültür düzeyinde olmalı, belli bir birikime sahip olmalı. Ünsal Oskay, Çetin Altan, Adnan Azar, Cengiz Çekil, Çetin Öner eleştirdi senaryolarımı, filmlerimi, romanlarımı... Hepsi rahmetli oldu... Mehmet Çelik, Ayşe Kıran, Salih Bolat, Baki Ayhan, Hüseyin Alemdar, Şafak Barış, Kemal Ateş, Ahmet Tezcan, İlhan Öztin, Zeynel Coşkun, Önder Paker, Derya Tulga, Oğuz Makal, Burak Buyan eserlerimi eleştirirse, onları dinlerim, notlar tutarım... Dönemin insanı “bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi...” Nasıl olacak? Bu yüzden, rastgele kişilerin eleştirisine itibar etmem!
Yaptıklarımın hakkını almak! Beklentilerim nedir yaptıklarımdan? Sanırım, beklentim yok! Var belki, ben bunları tartışmadım kendimle. İyi işler karşılığını buluyor. Eserlerim değer görüyor. Albatrosun Yolculuğu beklentilerimin çok ötesine gitti, adeta kült bir film oldu. Romanlarım değer görüyor. İlk romanıma İnkılap Kitabevi En İyi Roman ödülü verildiğini hesaba katarsak, iyi şeyler oluyor. Küskünlük yaşamadım. Buna hakkım yok! Elbette görüyorum olanı biteni. Ben yolculuğa bakıyorum. İyi gidiyor benim serüvenim...
Eğitim sürecim? Ailem bana iyi bir eğitim olanağı sağladı. Kendim üstüne çok şey koydum. Bir kütüphanede doğdum, iki kütüphanede yaşıyorum. Biri evimde, biri üniversitede!
Nezihe Altuğ: Nitelikli filmler ve romanlar bütün dünya da az ilgi görüyor?
Cengis Asiltürk: “Nitelikli film” kavramıyla, kastınızın, şu “sanat filmleri” ya da “festival filmleri” diye anılanlar olmasın! Böyle olmasını temenni etmem. Filmleri gişe filmi, sanat filmi ve festival filmi diye kategorize ederken, doğru iş yapmıyoruz sanki? Sanat sineması ve ticari sinema derken sınırların net olmadığını bilmeliyiz; ticari sinema denilince hemen akla Hollywood filmleri gelir. Sanat sineması denilince de 1950’ler Fransız Yeni Dalga (La Nouvelle Vague) filmleri, ama Fransız Yeni Dalga filmlerinin ticari kaygıyla ortaya çıktığını unutmamak gerek. Jean-Luc Godard, Claude Chabrol, Alen Resnais, büyükbabamız Alain Robbe Grillet, François Truffaut, Amerikan filmi izleyen Fransızları kendi filmlerine çekmek istediler. Dolayısıyla sanat sineması böyle ortaya çıktı.
Nezihe Altuğ: Büyükbabanız?
Cengis Asiltürk: Türk sinemasının kanımca en önemli yönetmeni Ömer Kavur, Fransa’da doktora eğitimi alırken, Alain Robbe Grillet’nin asistanı olarak sinemaya başladı. Üç filmde Ömer Kavur’un asistanlığını yaptım. Gerçi kendime bir baba figürü seçmiş değilim. Angelopoulos ya da Tarkovski ya da Kurosawa... Neyse; Hollywood filmlerinin salt emtia olarak görülmesi doğru mu? Değil. Hollywood Sanayi Sinemasında üst düzey sanat filmleri vardır. The Bridge Of Madison County, American Beauty, The Godfather üçlemesi, Once Upon a Time in America, Once Upon a Time in West... Bunlar gişe filmi olmanın yanında, sanat filmleridir.
Evet. Genel olarak, sanat sineması–ticari sinema ayrımına gidilir. Sanat sineması denilen filmlerin daha az izlenmesinin ya da kimi büyük romanların okurunun az olmasının iki nedeni var: İnsan olaylara, hayata, sanat yapıtlarına, hatta her şeye birikimleri ölçüsünde bakar. Doğal olarak bu böyledir. Sanat sineması dediğimizde –öyle bir sinema varsa–, daha fazla bilgi birikimi ve daha fazla deneyimi olanların tercih ettiği şu filmler kastedilmiş olur. Kimilerinin o filmlerden sıkılma nedeni kendileridir. Her şey herkese göre değildir. Bazı sanat yapıtlarına ulaşmak için ortaya belli bir çaba koymanız gerekir. Belli birikimlerinizin olması gerekir. O filmler kimi kişilere göre değil. Theo Angelopoulos, Andrei Tarkovski, Ömer Kavur, Akira Kurosawa filmlerine ulaşamayanlar ve varamayanlar, onlardan sıkılabilir.
İkinci nedense; sanat kaygısıyla ortaya çıkarılan başarılı filmlerin yanında bazen gerçekten anlatmanın becerilemediği filmler var. Edward Dmytryk derdi ki: “Elli yıldır sinemanın içindeyim, doğru anlatılmış filmi anlamayacak kişiye rastlamadım.” Doğru bu. Kimi yönetmenler, yaptıkları işlere sanat filmi diyerek bir saygınlık peşinde elbette. Başarılamamış filmler bunlar.
Nezihe Altuğ: Sinemamızın bugünkü durumu hakanda ne dersiniz? Sinemamız nasıl dışarı açılıyor?
Cengis Asiltürk: Bugün Türk sinema değilse de, Türk televizyon dizi sektörü altın çağını yaşıyor. Televizyonun bu hali, sinemaya muhakkak yansıyacak. Kaçınılmaz! Dünyada televizyon dizilerinden en büyük girdiyi sağlayan beş ülkeden biri Türkiye! Dizileri dünyanın dört bir yanına ihraç ederek muazzam paralar kazanıyor ülke yapımcıları. Sinema ve televizyon alanında öğrenim görenler için Türkiye’de doğmuş olmak büyük bir şans! Tanrı korusun; ya İspanya’da, Japonya’da, Çin’de, Rusya’da doğmuş olsalardı! Yalnız bu açıdan da değil, her açıdan bu toprakların kıymetini bilmek gerek.
Nezihe Altuğ: Sinema yazarlığı ülkemizde bir meslek olacak mı?
Cengis Asiltürk: Daha en başta iki tür sinema yazarından söz edilebilir: Birinciler, filmleri tanıtırlar. Bunlar çoklukla filmlerin eğlendirici nitelikleri, piyasa değeri, yönetmenleri, oyuncuları, film festivalleri, gişe gelirleri, aldığı ödüllerle ilgili bilgi verir. İkinciler, filmlere daha bilimsel ve estetik açıdan bakar; filmleri, okunabilen yapılar olarak, dil, estetik, anlatı açısından değerlendirir.
Kaldı ki, Atilla Dorsay, Alin Taşçıyan, Sayım Çınar, Ali Murat Güven, Sadık Yalsızuçarlar, Ayşe Şasa, Sevin Okyay, Suat Köçer, Sadi Çilingir, Banu Bozdemir, Murat Çağıltay, Seçil Büker, Mesut Kara, Ali Hakan çok şey öğrenilebilir sinema yazarları. Sinema üzerinden yazarlığın meslek olmasına gelince; Atilla Dorsay, Alin Taşçıyan, Sayım Çınar, daha niceleri zaten sinema filmleri hakkında yazma işini bir meslek haline getirmiş yazarlar.
Nezihe Altuğ: İnsan kendini tümden tanıyabileceğini, güdülerini, seçimlerinin ardında yatan hevesleri, eylemlerinin nedenlerini kolay kavrayabileceğini sanmıştır. “Kendini bilmek”, özenli, ısrarcı, gerçek bir çabayı, insanın kendine karşı dürüst olmasını gerektirir.
Freud’un gösterdiği gibi; aslında kendimizde, kendimiz için bile saydam olmayan karanlık bir bölge var. Kendi inançlarımızın, kabullendiklerimizin, yargılarımızın, özünde bize dalkavukluk eden, kendi nefsimizi okşayan bir işlevi vardır. İnançlarımızın hatalı olduğunu kavradığımızda, gerçeği kabullenmekte büyük güçlük çekeriz: Belirli bir yaşın üzerindekiler! Gerçek dünyaya getirmiyoruz, çünkü zihinleri çok şiddetli tepki veriyor. Gerçekten de belirli bir yaşın sonrasında, insanı hiçbir şey şaşırtmaz. Bir kez kendi küçük huzurlu iç dünyasına alıştıysa, evreni kesin bir veri olarak kabullenir. Çevresini, dünyayı keşfetmek için heyecan duymaz; şaşırtıcı ya da inanılmaz gibi görünen olgulara giderek daha az merak besler. Oysa kendini bilmek her şeyin özü, bilgeliğin anahtarıdır. İnsan, kendini bilmiyorsa, başka bilgilerin bir anlamı kalmaz. Bu bağlamda hiçbir şey bilmediğini söyleyen bilge Sokrates’in, “Sorgulanmayan yaşam, yaşanmaya değmez” sözü de tam yerine oturur. İnsan, cesaretle gerçeği seçecek, kendini tanıyacak, kendine inanacak ve ancak bu bilinçlenme sürecinin sonunda “seçilmiş” kişi haline gelecektir. Tıpkı dönüp duran ama bizim göremediğimiz elektronlar gibi... Kendimizi bilme konusunda bizim göremediğimiz sizin gördüğünüz daha başka neler var? Sinemanın bir görevi de kendini bilmemize yardımcı mı olmaktır?
Cengis Asiltürk: Bu anlamda insanların kendilerini bilmesi/tanıması imkânsız bir şey gibi! Benim kendime karşı dürüst olmadığım dönemlerim oldu mu? Bunu bilmiyorum! Sanmam! Öteki anlamda durum farklı; o anlamda, kendimi adım adım inşa ettiğim söyleyebilirim. Büyük avantaja sahiptim başkalarının alanına girmeyecek tarz bir yaşam kurabilme yolunda: İyi bir ailede büyürse kişi, ister istemez kimi şeyleri belli bir yaştan sonra öğrenmeye mecbur kalmaz. O kişi kimi şeyleri bizatihi edinmiş olur. Öteki durum mu? Benim için karmaşık! Kendimi tümüyle tanıyabileceğimi, güdülerimi, seçimlerimin ardında duran heveslerimi ya da eylemlerimin nedenlerini hiçbir zaman kavrayamayacağımı daha bir çocukken de biliyordum.
Ortaokulda, ders sırasında, pencereden dışarıyı izlerken, aklım şuralardaydı: “Bu dünya bir kişi için var. O bir kişi her kişi! Herkes o bir kişiyi ille de kendisi sanır! Niçin? Şu bahçedeki söğüt ağacının yaprağının altındaki böcek de, dünyanın görece en önemli insanı da, zamanın ve evrenin umurunda bile değil.”
Bunları düşündüğümde, zamana ve evren içinde bocalayan insana dair bir şeyleri anlar gibi olmuştum. İlk kez orada, pencereden dışarıyı izlerken, o ders sırasında, zaten üç dört yaşından beri kafamı kurcalayan konularla ilgili bir şeyler kavramaya başladığımı düşündüm. Bir taraftan herkes kadar önemliydim, ama işte apaçık görüldüğü gibi zaman ve evrenin umurunda bile değildi kimse! Ben de öyle elbette... Şaşırabileceğim her şeye şaşırmış sayılırdım. Hayır, öyle değil bir taraftan da! Gün bitip gecenin her şeye hükmetmesi beni halen şaşırtır. İnsan şaşırmadı mı, dünyayla işi bitmiş demektir. Günün, gecenin şu hükmünü yeryüzünden tümden silmesi beni hâlâ heyecanlandırır. Kar var. Hayatta yağmur var! Arkadaşlık var. Kadın var! Fırtına var! Bahar var! Gece var! Ektiğin tohumu yeşerten toprak var! Sabah var! Nehir var! Daha neler neler var. Geceleyin kayan yıldızlar, serüvenler, hikâyeler var... Ki, tıkır tıkır işleyen insan zihninin yanında, o en gelişmiş kurgu cihazı hiçbir şey değil! İşte insan bir yönüyle çok önemli! Ben de öyleyim! İşte insan, bir yönüyle, ancak bir avuç toprak olmaya muktedir canlı. Ben de öyleyim! İşte pencereden okul bahçesindeki söğüt ağacını izlerken bunları düşündüğüm günden beri kimseyi kendimden daha önemli olarak görmem. Kendimi de kimseden! İnsanın yaşama hakkı bağlamında kendini başkalarından önemli sanması, bu berbat bir yanılsama. Bunlara aldanmamak gerek.
Nezihe Altuğ: Evrenin kesinliği?
Cengis T. Asiltürk: Onu kesin bir veri olarak kabullenmek benim yapabileceğim şey değil. Çevremi, dünyayı keşfederken sanırım hep heyecan duyacağım! Bir yandan “Ütopyası olmayan insan ölü insandır” derken, öte yandan nasıl giderek daha az merak besleyebilirim dünyaya? Kendini bilmek her şeyin özü! Kendini bir parça olsun tanımak... Galiba bildiğim bir şey var: Bir kurbağa, bir karınca, bir at ölüp toprağa dönüşebilir. Düşünen, tasarlayan, dönüştüren, eyleyen, söyleyen bir insan nasıl öyle olabilir? Nasıl bir kurbağa gibi toprağa dönüşebilir? Hayır! Öyle de değil! Sanırım öyle değil! Evet, yukarıda söylediklerimle çelişiyor gibiyim! Hayır, çelişmiyorum. Asla öyle değil. Bu hayat burada bitmez gibime geliyor. Ne yani, ölüp toprak mı olacağım? Hayır! Böyle olduğunu düşünen var mı? Peki, bebeklerin ölümü? Düşünmeden, tasarlamadan, dönüştürmeden, eylemeden toprağa dönüşmüş insan yavrusu? Neyse... Neyse...
Gerçekle yüzleşmek konusunda cesaretle kararlı olmakla, gerçeği gördüğünü sanmak! Ayrı gerçeklik alanları onlar! Kendini tanımak! Kendine inanmak! Bilinçlenmek! Seçilmiş kişi! Gerçek yazarlar, gerçek sanatçılar elbette bir biçimde seçilmiş kişilerdir. Bu simülasyonla sanatçıymış gibi algılanan kişiler türetilir. Bu –miş gibilerden, beklentiler var. Roman insanlığa bir şey öğretebiliyor mu? Sinema insanlığa bir şey öğretebiliyor mu? Ümit etmekten başka şey bir gelmiyor elimden!
Nezihe Altuğ: Kendini doğanın ayrılmaz bir parçası olarak gören insan, doğanın döngüsel sürekliliğini kendi yaşamına yansıtmak istemiş; doğum-ölüm olgularım ölümden sonra yaşam ya da yeniden doğuş düşünceleriyle sürdürmüştür.
İnsanın hayatı anlamlandırmak için gösterdiği düşsel çaba, zamanın başlangıcından sonuna dek uzanan bir eksen üzerinde çeşitli mitolojik tasarımlar yaratmıştır. Matrix filmi buna en iyi örnektir. Matrix, Sokratesçi bilginin temel kaynağını vurgulayan öğüdünü filmin başında hatırlatmayı ihmal etmez: Kendini Bil!” deyişi Kâhinin kapısının üzerinde asılıdır ve filmin başkahramanı Neo’ya tutacağı yolu açıklar, insan, kendini tümüyle tanıyabileceğini, güdülerini, eylemlerinin nedenlerini, seçimlerinin ardında yatan heveslerini kolayca kavrayabileceğini sanır. Kendinizi Neo’yla özleştirdiğiniz oldu mu?
Cengis Asiltürk: Pekâlâ. Bir önceki cevabımda, bunları çoğunu söylemiştim. Metrix filmi de düşük düzeyde olsa bile felsefi konu irdelemesi açısından önemli. Elbette, her şeyi bilmiyorum. İnsan her şeyi nasıl bilebilir ki? Ancak (Dostoyevski’nin belirttiği manada) olup biteni (sanıyorum olup biten her şeyi) anlamakla cezalandırılmış olanlardan, hayır tam tersine böyle ödüllendirilmiş olan biri gibi hissediyorum çoğu vakit kendimi... İnsanların şu yeryüzünde şu olup biteni, savaşları nedenleriyle anlamaması şaşırtıcı...
Nezihe Altuğ: Bilimsel çalışmalarınız, kuramsal çalışmalarınız, makaleleriniz var.
Kitaplarınız tüm üniversitelerde der kitabı olarak okutuluyor. Dikkat çeken orijinal çalışmalar.
Cengis Asiltürk: Öğrenciyken yaptığım okumalar, araştırmalar ve incelemeler; diyalektik kurgu, şiirsellik, auteur yönetmen veya sanatçı/yaratıcı yönetmenler ve sinema dili üzerine yapılan çalışmalar... Gelecek kuşaklara yarar sağlayacak... Sinemada Diyalektik Kurgu, Sinemada Şiirsel Anlatım, Sinemada Yaratıcı Yönetmen bir üçleme oluşturdu. Bakış Boşluğu (Düşünceler Kitabı) yayınlandı yakın geçmişte. Kırklı yaşlardaki biri için bunların yeterli bulduğumu söyleyemem.
Nezihe Altuğ: Yazma serüveni sizi nereye götürüyor?
Cengis Asiltürk: Romanlarım büyülü gerçekçilik akımına bağlı. Kaba gerçeğin arayışında olmadım hiç. Belge romanı yazmıyorum. Ben gerek romanlarımla, gerek filmlerimle bir gerçeklik evreni kuruyorum. Beni amacıma büyülü gerçekçilik götürebilirdi.
Nezihe Altuğ: Kimlere sesleniyorsunuz, hedef aldığınız bir kitle var mı?
Cengis Asiltürk: Ünlü olmak ya da para kazanmak için yazmadım. Ödüller almak için de yazmadım. Seçkinler için yazmıyorum. Büyük insanlığın kurulmasına katkım olur diye, bir umutla yazıyorum. Adeta Tanrı’nın görevlendirdiği biri gibi... Büyük filmlerle, büyük romanlarla, büyük hikâyelerle, büyük metinlerle, yani büyük kurmacalarla, büyük şiirlerle, büyük müzik yapıtlarıyla buluşmamış insan küttür. İster hekim olsun, ister avukat olsun, ister akademisyen olsun, ister küre kadar ihracat yapsın, bilim alanında bir buluş yapsın... Şu büyük insanlığın doğuşuna katılmak için, çocukluk günlerime doğru yitip giden saf zamanlarımı yeniden kurabilmek, onlara yaklaşabilmek için roman yazıyorum, film çekiyorum...
Nezihe Altuğ: Ailede ilişkiler nasıldı? Romancı ve yönetmen, pardon hikâye anlatıcısı olmanızda ailenizden kimin nasıl etkisi oldu? Babanız, anneniz?
Cengis T. Asiltürk: Suret adlı romanımın başkahramanı Rüstem Efendi, edindiği Batı orijinli kültür doğrultusunda baba-oğul sorunsalını çözmeyi ister. Henüz on yedi yaşında, babasına karşı direnir. Sonra onu anlar bağışlar, yani babasına şefkat duyar. Suretçiler Şahı Zekeriya Efendi bu konuda ona yardımcı olur, ancak tıpkı babam (Zekeriya Asiltürk) gibi ağır bir görev vererek.
Geri bıraktırılmış toplumlarda baba (çoğu vakit o rolü üstlenen anne) halen belirleyicidir! Erkek elindeki gücü paylaşmaya yanaşmayan bir kişilik, kadın çoğu zaman onu ezer! İktidar olma, erk olma hırsı tuhaf tabi. İlkel arzu bunlar, mülk düşkünlüğü gibi! Sırlanmış Zamanın Gölgesinde romanında Balık Yiyen Adam ile onun oğlu Deli Ağa arasındaki Freudyen iktidar çatışması bütün topluluğun yazgısını belirler. Çatışma, Balık Yiyen adamın oğluna yenilmesi, karısını yanına alıp toplumu terk etmesiyle sonuçlanır. Balık Yiyen Adam, karısı İguana ve kendisiyle gelmeyi seçen Çakıl Ali’yle birlikte on yıl dağlarda dolaşır. O süreçte üç kişilik topluluktaki iktidarını İguana’ya kaptırır. İktidar yerle bir edilir, ama yeni bir iktidar tutkunu hep çıkar. Bizim toplumumuzda, çoğu anne (bilinçaltı aldatmacasıyla) eşsiz zannettiği ve eşsiz bir aşkla sevdiği (!) aslında bilinçaltının en karanlık yerindeki yalnızlık korkusuyla, kendinden ayırmak istemediği zavallı kızına bir önölüm hazırlar.
Gelelim bize. Benim aileme... Ben şanslıydım. Harikulâde bir ailem vardı. Babamla, patırtı kütürtüye vardırmadan çatışmalar yaşadık. Futbol oynamama izin vermek istemedi. Küçümsedi bu işi. Bense bazı ciddi hesaplar içindeydim. Bu konuda onu dinlemedim. Annem şair olmamı istedi. Olamadım... Suret romanımı “Sayın Bedriye Asiltürk’e...” diyerek ithaf etmeme, kardeşimin ünlü bir şair olmasına karşın, annemin beni bağışladığını sanmam...
Derinlere gitmek istiyorum: Babaları ve anneleri tarafından ezilip, koşulsuz boyun eğmeye zorlanan erkek çocuk ne kadar zayıf karakterli, kişiliksiz oluyorsa; belli bir yaştan sonra, babasını halen rakip gibi görüp alt etmeye çabalayan, dolayısıyla anneye teslim olan çocuklar da öyle zayıf kişilikli oluyor. İnsan bir aşamadan sonra babasını yenerek, annesini aşarak onlara annelik-babalık yapabilmeli. Bu hem erkek hem kız çocuk için geçerli. Baba-oğul ile anne-kız ilişkisi, beslenmesi değil, bitirilip gerektiği yere oturtulması gereken ilişkiler.
Lafı uzatmayayım: Zekeriya Asiltürk (babam) yaşadığı çevrelerde çok güçlü bir toplumsal kişilikti. Çevresi kamuoyu önderi rolü vermişti kendisine... Benim için de önemli biri oldu daima. Okuma-yazmayı ondan öğrendim. Şehre gelen tüm filmlere ve tiyatro oyunlarına bizleri götürürdü. Anlatı sanatlarına ilgimi, sanırım filmlerde ve tiyatro oyunlarında kaybolmayı seven adamla, yani babamla, beni geceleri uyuturken harika masallar anlatan bilgeler bilgesi anneanneme borçluyum.
Çocukken bir kelebeğim oldu benim. Üç dört yaşlarındaydım; derebeyi konağımızın geniş penceresine vuran güneşin o keskin ışığında beliren esmer bir kelebek! Kanatlarındaki şu kırmızı harelerle odamda birkaç tur döndükten sonra, uzaklaşıp gitti. Pencerede kaldım. Onun, ufka doğru giderken siyah bir taya dönüştüğünü, birden durup bana baktığını hayal ettim. İşte bu hayal, hayat boyu beni terk etmedi. Biliyorum: Her insanın çocukluğu böyle büyülü anlarla doludur.
Babamın, “Çocuklarımız bizim gibi olursa, toplum olarak yerimizde sayarız. Biz onlar gibi olabilmeliyiz” sözü beni derinden etkilemiştir. Kendisi nüktedan biriydi. Başına geleni iyi hikâye ederdi. Yaşadığı olayları anlatırken, onları size gerçekten yaşatırdı. Nikolay Leskov gibi bir adam düşünün, öyle biri işte...
Nezihe Altuğ: İnsanı yüzü içinde yüzler yüzünün göründüğü sırlı ayna. Son kitabınız Suret romanı yüze yazılı metinleri okuma biçiminiz mi?
Cengis Asiltürk: Sinema en nihayetinde yazıyla ya da sözlerle tarif edilen şu imgelerin (senaryo), görüntülere (film) dönüştürülme biçimi. Suret’te Suret Atölyesi hocaları, kethüdaları ve ustaları gördükleri suretleri sözle tarif ederler. Talebeler, gerçekte görmedikleri bu suretleri dinler, sözler içindeki imgeleri zihinlerinde canlandırarak tuvaller üzerinde görüntüye dönüştürür. Roman başkahramanı Rüstem Efendi, Şark/Doğu dünyasının güçlü hikâye anlatma geleneğinin, Garp/Batı dünyasının o güçlü suret çıkarma geleneğinin kişileşmiş bir sentezidir aslında.
Nezihe Altuğ: Kadın imgesi önemli dizin romanlarınızda... Sırlanmış Zamanın Gölgesinde, Muleta, Ölüyaprak Vuruşu... Kadını iyi tanıdığınızı söyler okuyucularınız. Gerçekten de öyle mi? Bu sefer, Suret romanı daha fazla bir erkek hikâyesi diyebilir miyiz?
Cengis Asiltürk: Bildiğim ya da düşleye/bildiğim dünyaları yazıyorum. Suret’te, zaman zaman kadınlar öne çıkıyor, zaman zaman da erkekler... Birisi öne çıksın diye planlamam... Ancak işte şimdi şu an düşündüm; sanırım, kadınlar iç dünyalarıyla, erkekler savaşımlarıyla öne çıkıyor, Suret romanında... Çocukluğum kadınlarla geçti. Kadınları iyi tanıyorum. Teyzelerim, halalarım, hem annem hem babam evlerinin en küçük çocukları oldukları için, halalarımın ve teyzelerimin benden yaşça çok büyük kızları, komşu kadınlar... Sonraki yıllar! İlkokul öğretmenimden tutun da bugüne dek hayatımı hep iyi kalpli yönetici kadınlar ya da kötü kalpli kimi kadınlar biçimlendirdi. Bunların etkisi olabilir...
Nezihe Altuğ: Yazacağınız yeni bir romanı müjdeleyebilir miyiz okuyucularınıza?
Cengis Asiltürk: Hayatının son dört yılında en iyi arkadaşı olduğumu düşündüğüm saygın bir bilginin, Ünsal Oskay’ın romanını yazacağım sanırım: Ünsal Oskay Romanı adıyla. Aslında bu roman üzerinde uzun süredir çalışıyorum. Bilgiler derledim.
Nezihe Altuğ: İdolünüz bir romancı var mı?
Cengis Asiltürk: Yok, gerçekten yok. Bu soruyu, lisede edebiyat öğretmenim de sormuştu. “Hayır” demiştim. Sonra onu şaşırtan şu sözü eklemiştim: “Ben çok büyük romanlar yazacağım!” Şimdi, Ahmet Hamdi Tanpınar bana gülümsüyor, “İnsanın hayatı bütündür” derken. Orhan Pamuk bana gülümsüyor olabilir: “Bir gün bir kitap okudum...”
Sevgilerimle ve saygılarımla...
Comments