Halim Şafak
“İnsanlığın hâlâ insanî olup olmadığını söylemek kolay değildir.”
Giorgio Agamben
“İnsanlar, içlerinden bazılarının kendi benzerlerini yetiştirdiği hayvanlardır.”
Peter Sloterdijk
Tarih içinde canlılarla evrensel akrabalığından ve duygudaşlığından büyük ölçüde
kurtulan, hatta bunu nerdeyse bir egemenlik ve yaşama biçimi haline getiren canlı türü olarak insanoğlu (insanoğlu diyoruz çünkü insan dediğimiz canlı büyük ölçüde erkektir), insan merkezli ve tek belirleyicinin kendisi olduğu bir dünya oluştururken, baştaki hayvanlığından büyük ölçüde kurtulmuş insanlığının dünyayı belirlemesine hem çalışmış hem de onay vermiştir. İnsanlık dediğimiz şey tarih içinde kendini böyle oluşturmuş ve gerçekleştirmiştir. Buysa bugüne kadar gelen insan merkezli dünyanın en önemli sorunlarından biri olmakla kalmamış, insanın insaniliği zamanla daha da biçim değiştirmiş başka bir şey ve sorun haline gelmiştir. Günümüzde insanın insaniliğinin/insanlığının kalıp kalmadığını ve bunun hayvanlığının ne kadarını barındırdığını tartışmayı gerektirecek kadar vahim bir noktaya gelmiş olabiliriz. Bunun bir yanıyla insanın hayvanlığına geri dönmesinin mümkün olup olmadığı gibi bir tartışmaya gittiğini de baştan ifade etmeliyiz.
Dünyaya ve insan dâhil bütün canlılara dönük bir tahakküm ve yönetme arzusunun
belirlediği bir insaniliğin dünyayı bu temelde dönüştürdüğü insanlığın büyük bir bölümünü de Giorgio Agamben’in Tanık ve Arşiv’de sözünü ettiği türden, hayatta tutulması bile gerekmeyen bir insan, yani “Muselmann” yaptığı, dünyayı da canlılar için bir hapishane/kamp haline getirdiği söylenebilir. Bunlar karşısında söz konusu insan biçimleri ve dünyanın işgali karşısında yeni bir insanilik tartışmasının ya da biçiminin şart olduğu da iddia edilebilir. İnsan ve insan olmayan canlıların birlikte yaşadığı ve insaniliğin bu temelde yeniden oluştuğu bir dünya bugüne kadar gelmiş olanı bir günde dönüştürüp başka bir şey haline getiremese de bunun arzusunu duyurma ve eyleme çağrısıyla yeni bir başlangıç oluşturabilir.
Bu noktada dünyayı tarihi boyunca kendisi ve devlet dâhil, araçları üstünden belirleyen ve bunu düzen haline getiren insanlığın tartışmasının en baştan kendimize, yani insana yönelmesi şarttır. Başka bir deyişle, burada tartışma konusu edilmesi gereken tek canlı insan ve onun her türden araçlarıdır. Bunu belirtirken insaniliğinin insanın dünya karşısındaki asıl sorumluluğu olduğunu da baştan söylemeliyiz.
Dünyayı insan ve insan olmayan canlılar oluşturur. İnsan ve insan olmayan canlıların birlikte ve özgürce yaşaması, sorumluluk dediğimiz şeyin asıl oluşturanı ve belirleyenidir. Zygmunt Bauman’a göre, sorumluluk özgürlükle birlikte gelir ve özgürlük devam ettiği müddetçe sorumluluk da devam eder. (Dünyaya ve Kendimize Dair, Zygmunt Bauman& Stanislav Obirek, çev.: Burcu Halaç, Ayrıntı, Ocak 2018)
Bu noktada insanın insanlıkdışılığa doğru gitmesi her geçen gün özgürlüğünden daha fazla olması ile de yakından ilgilidir diyebiliriz.
Burada önemli olan Zygmunt Bauman’ın sözünü ettiği özgürlüğün kişinin seçimlerinden ve tercihlerinden sorumlu olması gibi bir anlama da geliyor olmasıdır (agy). İnsanilik tartışması da tam da burada başlamaktadır. Tartışmalı, hatta özgürlük olmaktan büyük ölçüde çıkmış bir özgürlüğün içinde tarih boyunca yapılan her türden seçim ve eylemin insanı ve ondaki hayvaniliği geriletmesi, etkisizleştirmesi ve başka bir şey haline getirmesi mümkündür ve öyle de olmuştur. Kaldı ki bu noktada dünyayı belirleyen türcülükten yine ondan kalkınan ve daha çok ayrımlarla kendini ifade eden, ayrım ve ayırma anlamına gelen, nerdeyse kalıcılaşmış bir durumun bu noktada birbirine zıt, birbirini iten ve son derece çatışmalı iki ayrı çizgi oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bunun hem insan hayatında hem insan temelli düzenlerin hepsinde benzer ya da yakın karşılıklar bulduğunu yazabiliriz. Bu durum tabii insan ve kötülüğünü düşünce ve eylem olarak tarih boyunca tartışmamızı ve seçimlerimizi ne yazık ki
belirlemiştir.
Meselenin bir yandan Norbert Elias’ın insanın içgüdülerinin gemlenmesi üstüne
kurulduğunu (bu aynı zamanda hayvanilikten de kurtulmadır) söylediği uygarlığı ve bu
uygarlığın gelişmesini, dünyayı belirlemesini ve bu durumun insani olan/olmayan sonuçlarını tartışmak ve eleştirmek gibi bir anlama baştan sahip olduğu da ifade edilmelidir. Bu noktada dinler ve dünya düzenleri aynı uygarlığın ürünleri ve karşılıkları olarak söz konusu ikilemin ve çoğu zaman egemen ve sahip olma arzusunun ve bu arzunun öldürmeyle yaşanmasının nedeni olmakta da gecikmemiştir. Buysa insan ruhsallığının fazlasıyla etkilendiği ve kendini ifade ettiği kaynaklar arasında en başta yer alan dinlerin Raoul Vaneigem’in sözünü ettiği türden bir insanlıkdışılığa yol açıp açmadığı konusunu tartışmamızı gerektirebilir. Kaldı ki Zeynep Sayın’ın “Ölüm Terbiyesi”nde göstermeye ve somutlaştırmaya çalıştığı da bu iki ayrı çizgi haline gelmiş insanilik ve insanlıkdışılıktır. (Metis,2018)
Ama hepsinin üstünde, tekrarla insanın insan dâhil dünyayı belirleme, tahakküm etme ve kendini bu temelde iktidar etme ve eyleme arzusunun, bunun asıl aracı olan dilin durduğunu söyleyebiliriz. Bu arzu hangi insan cinsi tarafından benimsenirse benimsensin, son derece eril olsa da dünyayı insan cinsi olarak erkeğin belirlediğini ve iktidar ettiğini söylememize engel değildir.
Bu, insan cinsi olarak erkekliğin ve onun ürettiği, nerdeyse ilahi bir yasa haline getirdiği erilliğin dışında kalan insan cinslerini ve insan olmayan canlıları büyük ölçüde nesneleştirerek düzen haline getirdiği bir dünyadır. İnsan merkezli ya da zayıflatılmış insan merkezli bir dünya da aynı anlama gelir.
Buysa insaniliği daha baştan, dünyayı bütün türleri ve bileşenleriyle değerlendiren ve enternasyonal akrabalıktan ve duygudaşlıktan kalkınan bir hayatın dışında, başka bir şey haline çoktan getirmiştir. Hatta en insani kabul edebileceğimiz bir dünyanın bile bu anlamda fazlasıyla türcü ve ayrımcı olduğunu, bunun şiddetini çoğalttığını, dünyayı böyle
düzenlediğini ve bunu her zaman amaç bildiğini yazabiliriz. Buysa insan tarihinin ve onun geçtiği dünyanın hiçbir zaman belirttiğimiz anlamda canlıların birlikte yaşadığı insani/hayvani bir mekân haline gelmediğini söylememizi kolaylaştırır. Söz konusu dünya insanlar arasında bir insanilik oluşturmaya çalışmışsa da o dünya da fazlasıyla hem eril kalmış hem de ayrımları belirginleştirmekten ve bunun şiddetin ve onun muhafaza ettiği düzenin nedeni yapmaktan kurtulamamıştır.
Buraya kadar belirtilenlerden hareketle doğal olarak dünya ve insanlık tarihinin
belirleyici olmayan marjinal ya da yerel örnekler bir kenara, türcülüğün dışında ve tam bir özgürlükle insaniliğin, insan ve insan olmayan canlılarla birlikte yaşamanın imkânı
olmadığını, böyle bir düzenin hele günümüz dünyası karşısında fazlasıyla ütopik, hatta uçuk kalacağını da iddia edebiliriz.
Bu durumda geriye çağrılacak bir insanlık da yok diyebilecek durumda olsak da, Giorgio Agamben’in bir el yazmasından aktardığı gibi, son günde hayvanlarla insanların ilişkilerinin yeni bir biçime bürünmesini ve insanın kendi hayvani doğasıyla barışmasını, hayvanlığına dönmediği sürece insanın kendini yok edeceğini bilmemize rağmen bekleyebilir, umut edebiliriz. (Açıklık, çev.: Meryem Mine Çilingiroğlu, YKY, 3. Baskı, Mart 2015) Bunu da gnostiklerin ve Georges Bataille’ın sözünü ettiği “insanın kendi başından kurtulup hiçleşmesini” insan ve hayvanın iç içe girdiği türden bir dönüşüm arzusu olarak da anlayabiliriz (Agamben, agy, s.12). Belki tam burada hayvan ya da hayvanlığına geri dönenin yaşayabileceğini, hayatta kalabileceğini de unutmamak zorundayız. Bütün bunlarsa Kojeve’nin belirttiği gibi, sanatın, aşkın oyunun kendini sonsuza değin muhafaza etmesine ve bunların daha da doğallaşmasına engel olmadığı gibi asıl nedenidir.
İnsan hiçleşip dilden kurtulursa -ki Giorgio Agamben’e göre dil doğuştan gelen doğal bir veri de değildir.- yani ”Dil öğesi çıkarılacak olursa, insan ile hayvan arasındaki fark, hayvanla insan arasında köprü görevi görecek (konuşmayan insan hayal edilebilir bir şeydir!) (agy, s. 41) insan baştaki hayvanlığına ya da insanlığına dönmüş/kavuşmuş olacaktır. Bunun John Zerzan’ın insanların yazıdan (hatta dilden) önce daha kültürel ve sanatsal bir düzeyde olduğu saptamasıyla uyumlu bir durum olduğunu söyleyebiliriz.
Bu yüzden bugün ve gelecek, Diderot’un “Kutbun yakınlarında bulunan, hala insan
olarak adlandırılan ve biraz daha biçimsizleşmesi halinde bu ismi yitirmesi eli kulağında olan bu sadece dört ayak yüksekliğindeki biçimsiz iki ayaklının, yitmekte olan bir türün görüntüsü olmadığını kim söyleyebilir ki?” sorusuna, Walter Benjamin “tür olarak insanlık daha yeni başlamıştır” demesine rağmen, yanıt aramaktan çok, o süreci yaşayacağımız bir zaman da olacaktır. Aynı şekilde Teodor Kazinski’nin bu teknolojik dünyayı yıkacak olan devrim öngörüsünü de aynı tartışmanın içinde düşünmeli ve değerlendirmeliyiz.
Bu hayvanlaşma insanı biçim veren ve hükmeden bir tür olmaktan çıkaracağı için,
dünyanın baştaki ilkelliğine dönmesi de mümkün olabilir. En azından dünyanın mevcut insan merkezliliği karşısında bunu umut etmenin dünyaya dönük yansımalarının ve etkilerinin canlıların birlikte yaşamasına fazlasıyla katkıda bulunacağını yazabiliriz. Bunun gerçekleşmesi uzun zaman alabilecek, dahası büyük ölçüde imkânsız bir süreç olduğunu söylememiz bile gerekmiyor.
İnsanın dünyada bir yolcu haline gelmesi ve kendini bütün bağlarından kurtarması, yani hiçleşmesi, bu türden bir sorgulamayı çoğaltması, tarihte olduğu gibi bugün de hem insanın hem de canlıların seçeneğidir ve insanlık insaniliğini, yani hayvanlığını ancak böyle kazanabilir ve geri çağırabilir. Bundan sonrasının ise, şimdiye kadar olduğu gibi, kültür dâhil, bunun ikilemi ve çatışması içinde geçmesi/yaşanması muhtemeldir.
* Bu yazı ilk kez Bireylikler dergisinin 81. sayısında (Temmuz-Ağustos 2018) yayımlanmıştır; orijinal metin yazarın izni alınarak redakte edilmiştir.
Comments