Adil Gürkan
Yedi tepesinin herhangi birisinden aşağı bakınca, ben her zaman bir kentten çok fazlasını
gördüm. Yaratanın İstanbul’u dünyaya bir hediye olarak göndermiş olduğunu düşündüm.
2000’lere kadar devam etti bu. Ne zaman bir tepesine çıksam ve Boğaz’a, Haliç’e
baksam, yeryüzünün bütün çapkın uygarlıklarını yakıp kavuran bir fettan güzel gördüm.
Ama bugün değil…
Bugün çok farklı bir İstanbul görüyorum.
Yorgun… Bezmiş… Sırtına taşıyamayacağı kadar ağır yük binmiş bir kent.
İstanbul’un yarım asır öncesini görmüş, bunun hazzını almış bir Anadolulu olarak,
Ben derim ki, Ey Anadolu’nun bozulmayan kentleri…
Size, dünyanın en düzenli, en kadim, en sevecen, en merhametli, en sanat aşığı kenti
nasıl berbat edilir, bunu anlatayım önce…
Buradan bir ders çıkaralım…
Önce bir hayal kuralım…
“Başka bir İstanbul olsaydı,” diye soralım. Neler olurdu, tahmin yürütelim. Bir işe
yaramasa da o eski güzel günlere methiyeler düzelim…
İstanbul 1900’lerin başındaki gibi kalsaydı...
Hatta bir benzetme daha yapalım. İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet gibi bir irade
yönetseydi...
Bu muhteşem kentin başında, hiç kimsenin inancına, etnik kökenine karışmayan, bilim,
sanat, kültür aşığı bir lider olsaydı…
Başta mimarisi olmak üzere, her şeyi ile o günkü İstanbul olsaydı…
İstanbul’un kadim renkleri kaybolmasaydı…
Göçler ve göç ettirmeler olmasaydı; İstanbul, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, velhasıl,
kaybolmuş ne kadar renk varsa hepsinin bir arada yaşadığı bir kent olarak kalsaydı…
Merhaba başta olmak üzere, onlarca dilde selamlaşma sözcükleri İstanbul sokaklarından
taşıp saygı ve sevginin işaretleri olarak gökyüzüne yükselseydi…
Kenti ziyaret eden gezginler sokaklardaki selamlaşma çeşitliliğine gıpta ile baksalardı…
Onlarca ayrı dil konuşan dost, sinelerden onlarca dost ses ile selamlaşma olsaydı…
İstanbul, bugünkü gibi, betondan ibaret olmasaydı; dağ, taş, dere, tepe, ova, bayır
çimentonun ve kumun çirkin suç ortaklığı ile katledilmeseydi…
Arnavut kaldırımları kalsaydı… Geceleri boza, turşu suyu satanlar kalsaydı… Omzuna bir
sırık alıp, iki ucunda yoğurt tepsisi satanlar…
Sokaklar, zerzevatçısı, yorgancısı, hallacı, kalaycısı, muslukçusu, dondurmacısı, sütçüsü
ile dile gelse, günün herhangi bir anında kulaklarımız onların dost sesi ile sakinleşseydi…
Bu kenti, duygusuz bir kapitalistleşmeye rehin bırakmasaydık…
19 yüzyıl İstanbul’unu plansız, programsız, heyecansız bir büyümeye kurban
vermeseydik…
İstanbul’da zaman 19 yüzyılda donsaydı…
Şu hızlı, acımasız, saygısız ve sevgisiz dünyada
Bir yudum sevgi arayanların,
Geçen yüzyılın aşklarını hala yaşatmaya çalışanların,
Sanatçıların,
Sistemin vahşi çarkları tarafından hayallerine kan doğrananların,
Dört ayaklı dostlarımızın,
Kuşların
Sığınağı olsaydı…
Benzeri olmayan mutfaklar ehlinin elinde yaşamaya devam etseydi...
Vakti zamanında gelip İstanbul’a yerleşmiş Gürcüler, Arnavutlar, Kürtler, Lazlar,
Ermeniler, Rumlar, Türklerle birlikte yarattıkları muhteşem İstanbul mutfağı ile bütün
dünyaya meydan okusaydı... Lezzet cennetinde kendisinden geçmek isteyenin ilk durağı
İnsanlığın kadim mirası İstanbul olsaydı…
Bu Rum yemekleri İstanbul’un seçkin lokantalarında sunulsaydı:
Koliva - Ahtapot Yahni - Kurkuti - Cicirya - Rum Kurabiyesi -Rum Usülü Közleme -
Papagiannis – Pabucaki - Tropita – Sinkonta -Rum Usulu Soslu Patlıcan -Kabaklı Otlu
Börek – Kidonito – Babagannuş – Saganaki – İstifno - Sakızlı Balık Çorbası
Bu Ermeni yemeklerini her sokakta bulabilseydik:
Düğün Çorbası - Süt Çorbası - Un Çorbası - Nemçe Arpası Çorbası - Makarna Çorbası -
Salep Çorbası - Kapyoka Ve Salep Çorbası – Topik - Badem Sütlü Topik - Ermeni Usulü
Etli Pilav – Herrisa – Havidz - Dalak Dolması – Basturma - Baharatlı Kurutulmuş Yoğurt -
Hay Usulü Yaprak Dolması – İşbabyan – Tarama – Anuşabur
İstanbul 4-5 milyon nüfus ile kalsaydı…
Türkler, Kürtler, Lazlar, Ermeniler, Rumlar, Gürcüler, Yahudiler dünyada eşi benzeri
bulunmaz, rengarenk bir yorgan gibi serilseydi bu güzel tepelere…
Betonun, çimentonun, demirin acımasız ayakları atında ezilmeseydi İstanbul,
Ne olurdu?
Ne olacak?
Dünya İstanbul’u görmek için kuyruğa girerdi.
İstanbul sanatçıların, felsefecilerin, bilim insanlarının, yazarların sığınağı olurdu.
İstanbul turizmine paha biçilemezdi.
Türkiye’nin güzel kentlerine not:
Ey güzel Anadolu’nun, Trakya’nın kendi halinde, kendine emanet, kendine özel şehirleri!
Lütfen, siz kalmaya devam edin.
Lütfen, daha fazla göç vermeyin.
Lütfen, daha fazla göç almayın.
Lütfen, doğanızı, suyunuzu, hayvanlarınızı koruyun.
Tarihiniz öylece kalsın.
İnsanlarınızın yüzündeki o içten gülümseme öylece donup kalsın. Sizin merhametinizin
canlı işareti olsun bu. Ey Anadolu’nun güzel şehirleri, adını başkalarının koyduğu çocuklar gibi olmayın. Gelecek sizin!
Comments